Saat gece -yanlış hatırlamıyorsam 03 civarlarıydı, Bursa’da bir fırında işçiyiz ve dışarıdan haberimiz yok, küçük bir radyo camın önünde şarkılar ve türküler dinliyoruz, bir taraftan da hamur yoğuruyoruz, yorgunluk nedeniyle radyonun ne çalıp söylediği pek de umurumuzda değil, bir ara müzik kesildi ve birileri bir şeyler konuşmaya başladı ama bizim yine ilgimizi çekmedi, biz bir taraftan hamur yoğururken, bir taraftan da fırını ısıtıyoruz sabah ekmeği çıkması için. Saat 04,30 civarı fırının dış kapısı yumruklanmaya başladı. Koşarak dış kapıya gittiğimizde rütbeli bir asker ve iki er içeri girdi: “askeri darbe oldu haberiniz yoksa bizden duyun ve üretime ara vermeden devam edin, biz bildirmeden dışarı çıkmayın ve iş yavaşlatmayın, bu bir emirdir!”

İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorduk ama Bursa gibi bir şehirde her gün üç-beş genç öğrenci sebebi belli olmayan bir şekilde olaylarda hayatını kaybediyordu, üstelik fırında çalışan bizler de öğrenciydik, amcamın oğlu rahmetli Fikret abim ülkücüydü, ben Genç Öncü de idim. O dönemlerde sağ-sol örgütler o derece birbirine düşmandılar ki sen solcuysan ve babanın oğlu sağcıysa ona selam veremezdin, yasaktı ve örgütlerin kırmızı çizgisiydi, bütün bu katı kurallara rağmen; MC hükümeti iş başına geldiğinde Abim Fikret Bursa Eğitim Enstitüsüne dönüp eğitimine devam ediyordu, ben fırında çalışıyor ona katkı yapıyordum, MC hükümeti düşünce Ecevit ve grubu hükümete geliyordu, bu defa Fikret abim okuldan atılıyor fırına işbaşı yapıyor beni dershaneye gönderiyordu, ikimizde zıt kutuplarda olmamıza rağmen örgütlerin kırmızı çizgilerinin içine ediyorduk.

Askerlerin emirlerini yerine getirdik ve üretime devam ettik ancak yakın mahalledeki evimizde bizden ekmek bekleyen ve yarı öğrenci, yarı işçi dört arkadaşımız daha vardı, bizden ekmek bekliyorlar. Askerlerden rica ettim ve dedim ki: “yakın mahallede evimize ekmek bırakıp geleceğim” asker itiraz etmedi ama ben de geleceğim sizin ile dedi, bizde kabul ettik, asker anasının gözü bizimle eve kadar geldi ekmeği bırakırken etrafa bir göz attı, zaten tek gözlü bir işçi-öğrenci evi, askerde okumuş adam, kitaplığımıza bir baktı ve “ lan oğlum siz ne ayaksınız, bir tarafta Türkeş’in dokuz Işık doktrini ve benzeri kitaplar, bir tarafta Mao, Lenin, Karl Marks, Enver Hoca  Kitapları? Ama asker insan evladıymış sesini çıkarmadı bizi uyardı ve tekrar fırına döndük, akşama kadar ekmek ürettik, kimseyi aç bırakmadık, oldukça çok yorulduk ama bir tatlı anı olarak hatıralarımızda kaldı. Bu konularda çok şeyler yazıldı, yazılacak, hatta daha da yazılabilir amma; bu memlekette bu entrikalar da bitmez, iç düşmanlarda bitmez, yabancı hayranlığı da bitmez, bizler özümüze dönmediğimiz sürece ne 12 Eylüller biter, ne de 15 Temmuzlar biter, dikkat edilirse her iki saldırı da sağduyulu halk tarafından bertaraf edildi ve 13 Eylülde de, 16 Temmuzda da düşman hüsrana uğradı, uğradı ama düşman şimdi topyekûn saldırıyor; bu kadar göç boşuna yapılmıyor, eğer tekrar sağduyumuzu harekete geçiremezsek düşman bu defa işini iyi yapıyor ve emin adımlarla hedefine yürüyor. Son yapılan talihsiz açıklamalar ve toplumun en güzide kurumlarına yapılan saldırılar zaten ikiye bölünmeye ramak kalmış toplumumuzda bir daha bir araya gelmeyi imkansız hale geliyor.

Kahrolsun 12 eylüller ve benzeri entrikalar, kahrolsun bunları tezgahlayan ve onlara destek olan dış düşmanlarımız ve onların  yerli iş birlikçiler!